Batı Trakya Türkleri: Asimilasyona Hayır

Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Siyasal Bilimler Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Kudret BÜLBÜL’ün  konuyla ilgili değerlendirmesini sunuyoruz. (14.02.2018, Küresel Perspektiv (07) programı)

909773
Batı Trakya Türkleri: Asimilasyona Hayır

Batı Trakya Türkleri: Asimilasyona Hayır 

  Bir an için düşünün. Kendinizi her ne şekilde tanımlıyorsanız, (Alman, Arap, Türk, Müslüman, Hristiyan, ateist…) bin yıldan fazladır yaşadığınız ülkenizde, devlet size “siz o değilsiniz” ve “sizin tanımladığınız şekilde bir topluluk bu ülkede yoktur” diyor.

  “İnsanların kendilerini nasıl tanımladıkları devletleri niye ilgilendirsin ki. Devletlere sadece topluluklar kendilerini her ne şekilde tanımlıyorlarsa bunu kabul etmek ve buna saygı duymak düşer. Bu çağda böyle bir şey olamaz” dediğinizi duyar gibiyim.

  Size “haklısınız, böylesine çağdışı, faşizan bir anlayış bu çağın anlayışı olamaz. Tarihte kalmış bir örnek olabilir sadece” demeyi ne çok isterdim.

  Maalesef böyle değil. Bu durum bir AB Ülkesi olan Yunanistan’da hala devam ediyor. İnsanlar Yunan devletine bin yıldan fazladır burada Müslüman ve Türk kimlikleriyle var olduklarını kabul ettirmek için  yıllardır mücadele ediyorlar.

  Batı Trakya Türklerinin dramından bahsediyorum.

  Batı Trakya Türkleri, Osmanlı Devleti’nden de önce, bu topraklarda yaşıyorlar. Osmanlı Devleti’nin çekilmesinden sonra, Batı Trakya’daki Müslüman Türk azınlığın hakları Uluslararası ve karşılıklı anlaşmalarla garanti altına alınmış. Ama uygulamada bu hakların çoğu maalesef kâğıt üstünde kalmış. Bugün bu ihlal edilen haklardan sadece bir tanesine değinmek istiyorum.

Yaralı Bilinç

  Siyasal, ekonomik, kültürel haklar vb bütün hak ve özgürlükler kuşkusuz önemlidir ve değerlidir. Ama insanın kendisini nasıl ya da ne olarak tanımlayacağı en temel insan haklarından birisidir. Ontolojik bir haktır. İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin 6. Maddesine göre “Herkes her nerede olursa olsun hukuk kişiliğinin tanınması hakkına haizdir”. Kişinin kendisini nasıl tanımlayacağı da devlete değil, kendisine dair bir meseledir ve kişiliğinin vazgeçilmez bir parçasıdır. Bir insanın kendini tanımladığı kimliği ya da aidiyeti reddetmek, o insanın varlığını reddetmekle eşdeğerdir. Belki de bu nedenle Emil Maalouf “Ölümcül Kimlikler” adlı kitabında insanın kimliğinin, en fazla yara aldığı yerden oluştuğuna dikkat çeker. Çünkü kendini tanımladığı kimlik ile varoluşu reddedilen insan, varlığını ortaya koymak için bütün baskılara göğüs gerer. İlk Hristiyanların ve ilk Müslümanların, yapılan baskılara karşı gösterdikleri mücadele, kendi kimliklerini ifade etmek için katlandıkları zulümler bu durumun somut örneklerinden biridir.

Reddedilen Türk Kimliği

  Batı Trakya’daki Türk kimliği bağlamında yaşananlar da bu durumdan farksızdır. 1927’de kurulan “İskeçe Türk Birliği” 1980’lere kadar varlığını sorunsuz sürdürür. İsminde "Türk" kelimesi geçtiği gerekçesiyle 1983 yılında güvenlik güçleri tarafından tabelası indirilir. Faaliyetlerine izin verilmez. Dernek Yunan yerel mahkemeleri ve Yargıtay’ı tarafından “Batı Trakya’da Türk yoktur” gerekçesiyle kapatılır. Bunun üzerine Batı Trakya’nın Müslüman Türkleri davayı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine taşır. AHİM 2008’de İşkeçe Türk Birliği’ni haklı bulur. Ama Yunan mevzuatına göre AHİM kararı otomatik sonuç doğurmaz. Tekrar iç hukuk yollarına başvurmak gerekir. Batı Trakya Türkleri, son on yıldır da Yunanistan’ın AHİM kararını uygulaması için mücadele vermektedirler. Bununla ilgili son dava 9 Şubat 2018’de Gümülcine İstinaf Mahkemesinde görüldü ve yine sonuç çıkmadı.

  1983’de başlayan ve en temel bir insan hakkını ihlal eden bir uygulamanın düzeltilmesi için tam 35 yıldır mücadele ediliyor. Batı Trakyalı Müslüman Türkler, yılmadan ve asla hukuk dışına çıkmadan mücadelelerini sürdürüyorlar. 35 yıldır Yunanistan’dan ve Yunanistan’a gereği kadar baskı yapmayan Avrupa Birliği’nden adalet bekliyorlar. Ama bu süreçte Yunan Devleti adalet yerine yıldırma politikalarına önem veriyor.

Milli Direniş Günü

  29 Ocak 1988’de Batı Trakya Türkleri, varlıklarını inkar eden ve kendilerini yok sayan Yunan Mahkemesinin kararına karşı geniş katılımlı bir gösteri düzenlerler. Bu tarihten sonra 29 Ocak’ı “Milli Direniş Günü” olarak ilan ederler. Ama Yunanistan bu günde yapılan etkinlikleri baskı ve engelleme yolunu tercih eder. 1990’daki Milli Direniş Günü’ne, tüm engelleme çabalarına rağmen, on binlerce insan katılarak varlıklarını ve kimliklerini ortaya koyarlar. Fakat bu demokratik ve meşru gösteriler sırasında, fanatik Yunanlar Türklere saldırır. İki gün boyunca, yüzlerce Batı Trakyalı Müslüman Türklerin işyerleri yağmalanır, tahrip edilir. Başta seçilmiş İskeçe Müftüsü Mehmet Emin Ağa ve dönemin bağımsız milletvekili Ahmet Faikoğlu olmak üzere çok sayıda Türk ağır yaralanır. Yunan polisi bu sürede olanları sadece seyreder.

Sadece Türk kimliğinin inkârımı?

  Yunanistan’daki sorunlar maalesef, sadece Türk kimliğinin inkarı ile sınırlı değildir. Yasalar ve karşılıklı anlaşmalarla garanti altına alınmış olmasına rağmen kendi müftülerini seçmelerine izin verilmemesi, ibadet özgürlüklerinin kısıtlanması, mülkiyet haklarına müdahale, el konulan vakıf mallarının iade edilmemesi, eğitim haklarına yönelik kısıtlamalar, vatandaşlıktan çıkarılan onbinlerce Müslüman Türk… Batı Trakya Türklerinin yaşadıkları sorunları merak edenler, Katip Çelebi Üniversitesi tarafından Türkçe, Yunanca ve İngilizce olarak hazırlanan Yunanistan İnsan Hakları İhlalleri Raporu’na bakabilirler.

  Yunanistan’daki bu ihlaller Türkiye’nin Akdamar Kilisesini restore edip ibadete açması, Mor Gabriel Manastırının arazisini iade etmesi, Gökçeada Rum Okulu’nda eğitimi başlatması, İstanbul’daki Bulgar Kilisesi’nin restorasyonunun bütün masraflarının Türkiye tarafından karşılanması gibi bir çok pozitif adım attığı bir dönemde gerçekleşiyor.

  Meselenin üzüntü veren bir başka boyutu ise, gerek AB kuruluşlarının ve gerekse uluslarararası kurum ve kuruluşların on yıllardır süren bu ihlalleri önlemeye yönelik yeterince aktif bir politika izlememeleridir. Bu ihlaller İslam dünyasında da yeterince bilinmemektedir.

  Daha da üzücü olan ise, Türkiye’deki insan hakları kuruluşları ve aydınların, kendi ülkelerindeki sıradan insan hakları sorunlarına ilişkin devasa bilgi ve ilgi sahibi iken, hemen yanı başındaki komşusu Yunanistan’da yaşanan devasa ihlaller konusunda yok denecek kadar az bilgi ve ilgi sahibi olmasıdır.

  Dileriz, Yunanistan İnsan Hakları İhlalleri Raporu gibi çalışmaların sayısı artar, insanımız başka ülkelerde yaşanan ihlaller konusunda daha fazla bilgi sahibi olur ve daha az ihlaller yaşanır.



Әlaqәli Xәbәrlәr